Bergen ve Stockholm Sendromu


2016 yılında mezun olup İzmir’de arabesk bir radyo kanalında spikerlik yapmaya başlamıştım. Radyo programım; dinleyicilerden gelen mesajları okuduğum ve istek parçalarını çaldığım interaktif bir yayındı. Dinleyicilerden en çok istek alan sanatçılardan biri ise şüphesiz Bergen'di. Arabesk kültürüm Müslüm baba, İbo ve minvallerinden öteye geçmediği için o zamanlar bilmiyordum kim olduğunu. Kim bu kadın diye merak edip baktığımda, tüm albüm kapaklarında ve Google’da yüzünün yarısı görünen bir kadın vardı. Derken yayıncı arkadaşlarla yaptığımız muhabbet esnasında öğrendim Bergen’in kim olduğunu. Kocasının yüzüne kezzap attığını ve gözünü kaybettiğini , acıların kadını olarak tanındığını... Arabesk dünyası da ilgimi çekmediği için konuyu bir daha hatırlamamak üzere unuttuuuuum gitttiiii…



Yıllar sonra Bergen’in acılarla dolu hayatına ışık tutan bir film vizyona girdi. İyi ki de girdi. Meraklanmıştım. Tabi herkes gibi birazcık hayatını araştırdım. Gerçekten kanım donarak okuduğum bu başarılı sanatçının hayatı nasıl olabilir de böyle kötü sonlanabilirdi? Biraz araştırıp taşları yerine oturtmaya çalıştım, umarım yapabilmişimdir.


Film elbette ki bu şiddet dolu yaşantının sadece temsili bir yüzü. Filmdekinden daha felaket bir hayat yaşandığına eminim! Ama neden?!





Bu kızcağız aile bakımından ne yazık ki şanslı değildi. Aile bütünlüğünü sağlaması gereken baba; metres getirmek istiyor ve aile bütünlüğünü koruyamıyor. Bunun üzerine anne en küçük kızı Belgin'i alıp Ankara'ya yerleşiyor. Bana göre f
ilmde üzerinde en çok durulan hatta bana göre bütün bu trajik yaşamın sebebi gösterebileceğim olgulardan biri şuydu; baba figürüne hasret! Bergen küçük yaştan itibaren baba figüründen yoksun büyümüş, babasına sürekli ulaşmaya çalışmış ama başaramamış hatta babasından uzak olması konusunda içten içe annesini suçlamıştır. Bilinçaltındaki “babamdan uzak olmamın sebebi annemdir, annem babamı terketti” düşüncesi, annesiyle hiç bitmeyen çatışmalara sebep olmuş, annesine yer yer düşmanca tutumlar beslemesine sebep olmuştur. 



Babanın eksikliği ve annenin Belgin'e aşırı düşkünlük göstermesi, Belgin'in yetişkinlik döneminde karşı cinsle olan ilişkilerine yansıyacaktır. Engin Geçtan'ın İnsan Olmak kitabında belirttiği gibi; ''Baba figürü tarafından küçük yaşlardan itibaren desteklenmeyen çocuk yetişkinliğinde de bir “baba” arayışına girecektir.'Bu durum erkek çocuklarında mahallenin hatrı sayılır it, uğursuz abilerini örnek alma, onların kötü alışkanlıklarını hayat felsefesi yapma şeklinde görülürken, kız çocuklarında tam olarak filmde gördüğümüz gibi genelde kendisinden yaşça büyük, sorun çözücü ve itibarlı, hadsafhada sahte güven veren hastalıklı tiplerle ilişki kurmasına sebep olabilir. 



 Keza Belgin de bu sorun çözücü, ''emniyetle bağlantıları olan''  ve sahte güven veren bu isimsiz adamın, babasının yerini dolduracağına inanır. O kadar inanıp güvenmiştir ki aile kurmak uğruna kocasının sahneye dönmeme, evden çıkmama gibi narsist - sosyopat isteklerini ilk zamanlarda anlayışla karşılamıştır. Geçmişte paramparça olan ailesinin yaralarını, kendi kurduğu aile ile sarabileceğine ve hatta kocasını babasına götürüp babasıyla arasını düzeltebileceğine inanmıştır.



Şiddet gördüğü ilk andaki şaşkınlığı, gizemli kocanın eve gelmemesi, geldiğinde gösterdiği tutumlar Belgin'i yavaş yavaş bu rüyadan uyandırmıştır. Ancak defalarca şiddet gördüğü halde , sahte duygusal tavırlarla gönlünü alan kocasına geri dönmesi de sinir bozucu bir kısır döngüye evrilmiş, seyirciyi bile krize sokmuştur. Bu doğrultuda Bergen'in Stockholm Sendromu'na yakalandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tanrılar Okulu kitabının yazarı Theodor W.Addorno ; "Baskı belli bir yoğunlukta ve  sürekli olursa mazlumun tek kurtuluşu zalime ve cellâda âşık olmak olur."diye tanımlıyor bu sendromu. 


Evet insanlar bazı durum ve olaylar karşısında celladına aşık olur. Ve bu davranışın psikolojideki adı 'Stockholm Sendromu'dur. Stockholm Sendromu'nda kişiler genellikle şiddete maruz kaldıklarını reddeder ve şiddet göstereni aklamaya çalışırlar. Şiddet görmesine rağmen annesine, ''çok seviyor beni, saçımın teline zarar vermez o'' sözü bu duruma örnek niteliğindedir. Bu  sendroma maruz kalmış kişiler kendilerini, tehditle, yasakla ve hatta şiddetle kontrol etmeye çalışan kişilerin düşüncelerini benimsemeye başlarlar. Bu bakış açısıyla artık kendilerini kurban durumunda görmezler. 



Çok fazla kadın görmüyor muyuz haberlerde; öldüresiye dövülmüş, hastanelik olmuş ama ``kocamdır, döver de sever de`` diyen? 



Çevrenizde yok mu over-toxic bir ilişki yaşasa da bir türlü terk edemeyen, terk etse bile dönüp dolaşıp aynı kişiye geri dönen?


İşte bu belirtilerle, bu sendromun tuzağına düşürülmüş kişileri rahatlıkla tanıyabiliriz. Özellikle eğitim seviyesi düşük, araştırma ve sorgulama gibi kavramlardan uzak olan kişilerin/toplumların bu hastalığa kapılma oranının çok daha fazla olduğu görülmüş. Stockholm Sendromu yaşayan kişiler genellikle bunun farkında olmayan ya da bunu kabul etmeyen kişilermiş. Psikiyatristlere göre bu kişiler, farkına varıp tedavi olmayı kabul ederlerse iyileşebilirlermiş. 


Kıssadan hisse Bergen'in acılı kimliğinin gerisinde; korunmak ve sevilmek isteyen küçük bir kız vardır. Babaya olan hasretinden dolayı da süper erkek (baba) görüntüsüyle kendisine yaklaşan erkeğin gerisindeki sadist - sosyopatı görememiştir. Stockholm Sendromu'na yakalandığında ise artık her şey için çok geçtir... 


İlerleyen sahnelerde Bergen'in, bu kadar acıya rağmen boşvermiş ve neşeli tavırları dikkatimi çekiyor. Dansöz Nadire'yle kafede otururken aralarında geçen diyalogdan; bir kabulleniş , kadercilik ve acıdan uyuşmuş bir ruh gözlemliyorum. Çünkü artık olan olmuştur, bu acılı kader içselleştirilmiştir. Artık acıdan beslenen, acıyı bir uyuşturucu gibi kullanan bir kadın vardır: Acıların Kadını Bergen. Zaten müzik hayatına çello gibi Batılı tarzda bir enstrümanla başlayan birinin, yıllar sonra kendisine oldukça yabancı olan arabesk müzik türüne yönelmesi tesadüf mü dersiniz? Hatta ''Benim İçin Üzülme'' şarkısında ''Sende kaybettiğimi başkasında ararım'' derken babasına seslenmediğini nereden bilebiliriz?



Gelelim sadist kocaya. Bu sapkınlığı, vicdansızlığı ve acımasızlığı herhangi bir psikolojik terimle aklamaya çalışmayacağım elbette. Sadece sosyopatlıkla ilişkilendirdiğim çok fazla yönü olduğunu belirtmek için Boşluk Hissi kitabından bir alıntı yapacağım: '' Sosyopatları geri kalanımızdan ayıran temel bir özellik vardır.  Bu bir şey tek kelimeyle ifade edilebilir : Vicdan. Basitçe söylemek gerekirse bir sosyopat hiçbir suçluluk hissetmez. Bundan dolayı herhangi bir bedel ödemek zorunda kalmadan neredeyse her şeyi yapma konusunda özgür olduğunu düşünür. Yaptığı kötü şeylerden dolayı suçluluk hissetmez. Sosyopatlar için diğer insanların hisleri anlamsızdır çünkü diğer insanlarla empati kurmaktan yoksundurlar. Onların duyguları, diğerlerini kontrol etme etrafında dönüp duran farklı bir sistemle işler. Bir sosyopat sizi kontrol etmeyi başarırsa size karşı biraz sevgi besleyebilir. Madalyonun ters tarafından bakacak olduğumuzda sizi kontrol etmekte başarısız olursa sizi hor görecektir. Kendi istediğini elde etmek için farklı yöntemler kullanır ve işe yaramazsa kabadayılık taslayabilir. Bu da başarısız olursa sizi incitmeye çalışacak demektir. Kelimenin tam anlamıyla acımasız olabilir. Yanı Başınızdaki Sosyopat kitabının yazarı Dr. Martha'ya göre bir sosyopatla uğraştığınızı gösteren en güvenilir kanıt, sizi kasıtlı olarak incitmesi ve daha sonra da sanki yanlış hiçbir şey yapmamış ve siz hiç incinmemişsiniz gibi normal davranmasıdır. Bir kişi size bunu tekrar tekrar yapıyorsa, bir sosyopatla karşı karşıya olduğunuzu düşünebilirsiniz.''




Gelelim uzun lafın kısasına... Bir çocuğu ömrünün sonuna kadar etkileyen tek şey ailedir. Sorumluluğu alamıyorsak aile kurmayalım, ebeveyn olmayalım. Ailemizi, eşimizi mutlu edemiyorsak, çocuğa annelik - babalık yapamıyorsak, çocuğun psikolojisini olumlu yönde destekleyemiyorsak, eşimizi sevmiyorsak ve buna rağmen çocuk sahibi oluyorsak, çocuğun temel ihtiyaçlarını karşılayamayıp maddi manevi sefalet içinde büyümelerine göz yumuyorsak, ''çocuktur büyür gider'' gibi deli saçması bir hurafeyle hareket ediyorsak veya çocuk yetiştirmeyi bilmiyorsak ÇOCUK SAHİBİ OLMAYALIM! Aksi halde tebrikler, geleceğin travmalarla dolu, aile sevgisini dışarıda arayan, aklı karışık, bağımlı çocuklarını yetiştiriyoruz! 



Ve lütfen bilinçlenelim. Psikoloji konusunda bilinçlenelim. Karşımızdaki kişinin bize zarar verme potansiyelinin olup olmadığını ancak bu şekilde anlayabiliriz. Bergen örneğine benzer yüzlercesi var çevremizde her gün görüyoruz. Döven kocasından şikayeti geri çekenler sonra öldürülenler, kocamdır döver diyenler ve daha yüzlercesi... Ama kimse bunun bir rahatsızlık olduğunun farkında değil.



Bir saat başı ağrısa doktora giden bir toplumun, mental problemlerinin bu denli farkında olmayışı gerçekten hayret verici.



Neyse bitti, Allah aile mutluluğu versin gerisi hallolur anacım, hallolur...

Yorumlar

  1. Kalemine sağlık canım İlayda ❤️

    YanıtlaSil
  2. Canım eşim kalemine sağlık. Ailenin bir insan üzerinde ne denli etkisi olduğunu gösteren etkileyici bir yazı. Filmde o kadar çok gerildik üzüldük sinirlendik ki bir ara filme girdiğimiz için pişmanlık yaşadık. Bu bile aslında olayların ne kadar vahim olduğunu gösteriyor. Geleneksel kaderci bakış açısıda insanın kendi tercihlerini anlamsızlaştıran yanlış bir olgu olduğunu düşünüyorum. Hayat gerçekten çok değerli.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

OBLOMOVUM, OBLOMOVSUN, OBLOMOVLAR

Önce Ruh Yorulur, Sonra Beden